6 Şubat 2009 Cuma

yosun saçlı papatya ağacı

Bir yol görüyorum önümde karanlık bir denizden dallanıyor önü… Adım atsam, paçam ıslanacak, bağırsam sesim kısılacak! Siz en son ne zaman denizde yürümeyi denediniz? Mesela siz bayım karanlıkta köşede duran, aydınlanınca ortalık yaprakların üstünde güneşlenen sizdiniz bayım… Onca mucizeye inanırken ah nasıl olurda denemezsiniz denizde yürümeyi? Her neyse bayım korkarım kaybınız büyük! Sonra ey ahali! Adımı attığım zaman ilk seferinde denize, koşarak yakamozların üzerinde tutmaya çalıştım ayı bir elimle… Birkaç yıldız battı elime, elimden kanlar süzüldü bembeyaz karlarla kaplı dağların tepelerine… Karlar kan oldu, kanım buz kesti dondu!
Bir kadın kafasını çıkardı denizden… Saçları yosun gözleri efsun! Dedi bana anlat toprak kokusunu… Dedi bana anlat tenini âşık olduğun… Dedi bana anlat! En ölümsüz olduğu anını ölümsüz ruhunun! Ah sizler dedi… Sizler mucizelere inanan, mucizelerden ilham alıp mucize gibi yaşamaya çalışan ölümlüler… Gelirsiniz zaman zaman işte bu denizin kıyısına, denersiniz tüm maharetinizi…
Dedim ki dur önce cevaplıyım sorularını… Sonra sen karar ver hangimiz yaşıyor mucizeleri… Bu arada karlı dağın tepesinde kanım hala donuyordu!
Toprağın kokusu bir yağmurun sevişmesidir toprakla… Aşk kokar sağın solun! İnsanlar yağmur yağdığı için çiçek açtığını sanır! Fakat bir çiçek ancak aşktan açar açarsa!
Ve soruyorsun bana onun tenini… O’nun teni bir ipek kumaştır! Parmaklarının arasında akar gider… Su değil! Sudan daha şeffaf! Hava değil! Havadan daha gerçek! O’nun teni cennetin nüshasıdır! Ölene kadar değil öldükten sonra bile yıkanmak istediğin bir akarsudur… Bir deryadır bir hülyadır!
Yanında en romandaymışsın gibi hissettiren insanın yanında oldun dakikalardır ölümsüz olduğun dakikalar… Bir edebiyat tozu serpilir saçlarından aşağı! Bir şiirin kafiyesisindir o an! Hem o şairdir hem sen! Hem o şiirdir hem sen…
Ben cümlemi bitirince yosun saçlı efsun bakışlı kadın denizden çıkarken açtığı gediğe doğru ağır ağır batarken son bir kez yüzüme baktı ve…
“Ama o zaman neden burada yıldızları tutmaya çalışıyorsun onun teninde dolaştırmak varken parmaklarını?” dedi… İşte o an susma zamanı bendeydi… Ve aynı onun yaptığı gibi benim de usulca terk etmem gerekiyordu yakamozların üzerindeki haksız yerimi ağır adımlarla. İçimden birçok acı aktı geçti ama bir cümle oluşturamadılar… Sadece acı aktı geçti… Ilık bir acı… Ciğerime çektiğim nefesten vücuduma giren, kalbimin tüm vücuduma pompaladığı, tüm hücrelerime dağılan bir acı…
Ve karların üzerinde kanım hala donuyordu… Şimdi artık bakmasanız da olur. Hikâyem biterken ben, bir ağaç diktim karların arasına! Bir papatya ağacı! İnanmadınız galiba? Hayır, hayır yanlış okumadınız! Bir papatya ağacı diktim! Karlarla kaplı bir dağın zirvesine, tam kanımın donduğu yere… Kâh benim suladığım, kâh yosun saçlı efsun bakışlı kadının suladığı bir ağaç… İkimiz de yokken yıldızlara emanet ettiğimiz bir ağaç! Hiç yaşanmamış bir mucizenin en büyülü meyvesi… Bir papatya ağacı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder